24 Haziran 2009 Çarşamba

Ay stadi et itü end spiik oksfort eksınt

İTÜ'de eğitim dilinin %100 İngilizce yapılması konusu birkaç ay önce gündeme gelmiş ve tepki ile karşılanmıştı. Rektör konuyu şu şekilde açıklamış:
http://www.itu.edu.tr/haber/?19f85b50-beb1-419d-8e58-7a66fbc1a44b

Neymiş tam olarak %100 eğitime geçilmemiş; isteyen bölümler geçebilecekmiş. Zaten İTÜ, eğitim dili Türkçe olduğu için dışarıdan (İngilizce konuşulan ülkeler) adam getiremiyormuş ve o nedenle başarı sıralamasında düşüşteymiş. Bu gidişe bir dur diyeceklermiş. Değerli (?) rektör efendiye sormak lazım:

- Sovyetler Birliği döneminde yetişmiş olan ve dünyadaki en değerli bilim adamları arasında yer alan Azeri öğretim üyelerini okuldan atarken de başarıyı arttırmak mıydı amaç? Üniversite okuyanlar, okullarındaki tek tük kalmış Azeri profesörlerin Matematik ve Fizik gibi alanlarda tartışmasız en iyilerden olduklarını bizzat bilirler.

- Biz İngilizce konuşulan ülkelerden gelen adamlar gelmezse (eğitim Türkçe olduğu için gelmedikleri de palavra), başarısız olmaya mahkum muyuz? Madem öyle, devletin resmi dilini de İngilizce yapalım; bir seferberlik içerisinde her vatandaşa İngilizce öğretelim ve Türkçe konuşmayı yasaklayalım. Böylece hepimiz sadece evrensel olan İngilizce dili ile konuşur ve düşünürüz ve böylece başarısız olmaktan kurtuluruz. Öyle mi?

- "İTÜ, Cumhuriyet döneminde yaşanan kalkınma sürecinin adeta sembollerinden biri haline gelmiştir" diyorsunuz. İTÜ başarılarını Türkçe eğitim döneminde kazandı. Bunlarla övünmekle İngilizce eğitimi haklı çıkarmaya çalışmak aptalca bir aldatmaca ve kıvırmadır. Atatürk böyle bir uygulamayı destekler miydi? O bahsettiğiniz "çağdaş uygarlık düzeyi" kavramını ortaya atan kişiden bahsediyoruz. Siz Atatürk'ün öğütlerine tamamen ters düşen bir uygulamayı neden getiriyorsunuz?

28 Mayıs 2009 Perşembe

Mayınlı Araziler ve Bir Şiir

Son günlerde konuşulan mayınlı ve yıllardır işlenmediği için son derece verimli olan araziler aklıma bir şiiri getirdi. Şiirin anlattığı tablo, tarafsız bir bakış açısıyla şu:

Özellikle sanayi devriminden sonra oluşan yeni güç odakları, zengin kaynakları kontrol altında tutan bir imparatorluğun elindekileri, askerî güç kullanarak almak istiyor. Devletine bağlı olan halk ise, önemli bir harbe iştirâk için Anadolu'nun dört bir yanından Çanakkale'ye akın ediyor.

Çanakkale Şehitlerine
(Mehmet Akif Ersoy)

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

16 Nisan 2009 Perşembe

Bir Savaş Nasıl Kaybedilir

Savaş cephede başlamaz. Elli yıl, yüz yıl, hatta yüz elli yıl öncesinden başlamıştır bile. Diyelim ki bir ülkenin suyuna, taşyağına (petrol), madenlerine, topraklarına göz dikildi. Savaş çok önceden nasıl başlatılır?

1) Üniversitelerde ve araştırma merkezlerinde hedef ülkenin tarihî ve manevî gücünün kaynakları, gelenekleri, dili, edebiyatı ve coğrafyası üzerinde yıllarca çalışılır; bu konularda uzmanlar yetiştirilir.
Bunların bir kısmı o ülkeye bilim adamı, din adamı, tüccar, siyasi temsilci kılıklarında bilgi toplayıcı, taraftar derleyici, kışkırtıcı casuslar olarak gönderilir.

2) Hedef ülkede her bakımdan vasat, kendi başına birşey olamayacak, ulusal duyguları zayıf, maddiyat ve mevkîye düşkün kişiler tespit edilir. Bunlar vasıtasıyla toplumun her kesimine ağ salmayı kolaylaştırmak için yarı gizli dernekler kurulur. Bu dernekler ve gizli cemiyetler dış ülkeden idare edilir; en tepedekiler hariç üyelerin çoğunluğu uzun süre gerçek amacın ne olduğunu bilememelidir.

3) Hedef ülkeye dost olarak yaklaşılır ve devlet yönetiminde üst kademlere getirilmiş "üyeler" tarafından, tek taraflı gümrük anlaşmaları ayarlanır. Yardım adı altında hedef ülkeye borç verilir; gizli anlaşmalarla taviz alınır. Bu faaliyetler hedef ülkenin halkından gizlenmelidir.

4) Özelleştirme edebiyatı yapılıp durulur ve ülkenin sanayi tesisleri, enerji (erke) üretim tesisleri, ulaşım - iletişm şebekeleri satın alınır. Hedef ülkede tarım ve hayvancılık yok edilir. Hedef ülkenin toprakları "yatırım yapacağız" diyerek bedavadan teslim alınır.

5) Bütün bunlar olurken zemini yumuşatmak için ruhbilimsel (psikolojik) savaş yürütülür; toplum ve kültür mühendisleri çalışmalarını sürdürür. Bu çalışmalar kapsamında çeşitli yayınlar, mümkünse hedef ülkede yapılanmış derneklerin ve cemaatlerin yayın organlarınca halka bedava dağıtılır.

6) Yerli filmcilik ve musiki yok edilerek yerine halkın kültürünü sarsacak yapıtlar sunulur.

7) Hedef ülkede kazı bilimi (arkeoloji) çalışmalarına el atılır ve ulusun kendi kökeni ile ilgili buluntular örtbas edilirken, uygun katmanlar ön plana çıkarılır. Böylece dünya kamuoyu da istila için ikna zeminine oturtulur.

8) Hedef ülkenin eğitim sisteminde ulusal dil, halk edebiyatı ve tarihe verilen önem azaltılır. Ayarlı ve şişirilmiş yazarlar ünlü kılınarak köklü ulusal edebiyat gözden düşürülür.

9) Eğer hedef ülkede bağımsızlık ruhu içeren yapıda bir din anlayışı varsa, işbirlikçi cemaatler ve sahte mezhepler yoluyla farklı bir din anlayışı yaratılır. Bu cemiyetlere mensup olanlar, devletin din kurumlarını dikkate almayacak şekilde bir din anlayışı ve yaşam tarzı yaratmalıdır. Mümkünse hitabet yeteneği yüksek din adamları ile, yeni dinî heyecanlar arayan kişilere enerji verilir. Devlet kurumlarının din adamları etkisiz bırakılır.

10) Hedef ülkede kültür, gezim (turizm) ve eğitim bakanlıkları içerideki "cemiyet üyeleri" vâsıtasıyla misyoner faaliyetlerine destek olmalıdır. Yabancı dinlere ait tarihi eserler ve anıtlar (mümkünse o ülkenin kendi parasıyla) onarılır, yenileri inşa edilir ve ayine açılır.
Hedef ülkenin tanıtımı ve turizmin gelişmesi bahane edilerek, tarihi yerlerin isimleri değiştirilerek yabancı isimler ön plana çıkarılır.

11) Öldürücü darbe: Yabancı dil ile eğitim, anaokullarına kadar sokulur.
Öğretmenler yabancılardan seçilebilir fakat en iyisi hedef ülkeye mensubiyet hissini kaybetmiş yerli öğretmenler aracılığı ile tamamen yabancı dilde eğitim yapılmasıdır. Özellikle Matematik, Fizik gibi temel bilimlerde eğitimin ulusal dil ile yapılması engellenmelidir. Buna rağmen üstün bilim insanları ve mühendisler yetişir ise, bunlar hedef ülkeden dışarıya çıkmaya heveslendirilmelidir.
Üstün nitelikteki beyinler, herşeye rağmen hedef ülkede kalarak stratejik önemi olan konularda çalışmalar yaparsalar; bunlar "intihar ettirilerek" veya "talihsiz ulaşım kazalarına maruz bırakılarak" engellenmelidir.

Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu'nun "Ne Yapmalı?" kitabından derlenmiştir.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Obama Türkiye'de evrenkent öğrencileri ile buluştu

Açılış konuşması yapıldı ve sıra sorulara geldi. Obama öğrencilere ister İngilizce ister Türkçe olarak sorabileceklerini, Türkçe sorulması halinde kulaklığı sayesinde çeviriyi algılayacağını söyledi. Dört öğrenci soru sordu ve hepsi de İngilizce konuştu. Mensup oldukları evrenkentlere bakıyoruz: Bilgi ve Bahçeşehir Evrenkentleri...

Obama'nın bu olayın öncesinde meclisimizde yaptığı konuşma maalesef saygısızcaydı. Bizim azınlıklar ile olan ilişkilerimizden bahsederken, kendilerinin kızılderililer ile yaşanmış olan tarihlerine gönderme yapması Obama'yı hayranlık ve sevgi ile izleyenleri bile germişti. Eğitim sistemimize İngilizce ile eğitimi dayatan, ülkemizde bilimin gelişmesinin önünü tıkamış olan ve buna devam eden bir küresel gücün temsilcisi olan Obama'ya sorular Türkçe olarak sorulmalıydı. Maalesef öğrencilerin soruları İngilizce olarak sorması içten içe şu anlama gelmeye çok müsaittir:

- Kolonilere (sömürgelere) uygulanan yabancı dilde eğitim gibi uygulamaları bize getirdiğiniz için sağolun. Bizler bu eğitimin meyveleriyiz.
- Sizin ülkenizde öğrenciler bizim devlet liderimiz ile Türkçe konuşmaz ama bu normaldir.
- 250 kelimelik bir İngilizce'yi öğrendik ve konuşabiliyoruz; bunu ispatlıyoruz. Kurduğunuz üniversitelerde okuyarak, verdiğiniz görevi yerine getirdik; yeni görevlere hazırız.

"Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."

Mustafa Kemal Atatürk


Bu ülkenin çocuklarına yakışan ne olurdu? Bunu herkesin kendi insafına bırakalım...

7 Nisan 2009 Salı

Obama TBMM'de

Obama mecliste yaptığı konuşma ile Heybeliada ruhban okulunun açılmasını istediklerini bildirdi. Türkiye'nin azınlıklara saygılı davranması gerektiğinden bahsederken kendi tarihlerinde kızılderililere yaptıklarını örnek vermesi inanılır gibi değildi. Yerli Amerikalılar'a yaptıkları soykırımı örnek verdi; pişman olmuşlar. "Siz de bizim gibi vazgeçin o işlerden" demeye getirdi. İnsancıllık dersi verdi!

Bu konuşmanın belli yerlerinde "siz aslansınız kaplansınız.." gibi birkaç iltifatın yanısıra hiç olmadık yerlerde de alkışlandığını hayretle izledik.

Alkışlayanlara sormak lazım:
Değişime inanan cahil Amerikan halkı mısınız siz?
Adam gelmiş isteklerini bildiriyor; alkışlamak da nedir? Sadece dostluk temennilerini bildirse ve iltifat etse neyse...

23 Mart 2009 Pazartesi

Saadet Partisi'nin Yükselişi ve Numan Kurtulmuş

Burada bir hüküm vermekten ziyade, aklımıza gelen soru işaretlerine dikkat çekmek istiyoruz:

Saadet Partisi Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş hakkında:

1988 - 1989 yılları arasında ABD’de Temple University School of Business & Management’da lisansüstü çalışmalarına devam etti. 1990 - 1993 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nde Cornell University New York State School of Industrial & Labor Relations’nda misafir öğretim üyesi olarak görevde bulundu ve doktorasını verdi.


Numan Kurtulmuş'un sloganı: Fark
Barack Obama'nın sloganı: Fark

Numan Kurtulmuş neler söylüyor? Cevap: Doğru şeyler.
Barack Obama neler söylemişti? Cevap: Doğru şeyler.

Numan Kurtulmuş ne yaptı? Cevap: Henüz bilmiyoruz.
Barack Obama ne yapıyor? Cevap: "Değişim" vaadiyle geldi, fakat hiçbir şey değişmiyor. Kadro aynı, siyaset aynı, yöneten lobiler aynı...

Bush yönetimi halkın gözünden iyice düşünce, "fark var" diyen Obama hükümeti geldi. Ak Parti hükümeti birgün gözden düşerse yerine kim gelebilir? Cevap: Bunu herkes kendi düşünsün.

ABD'de ve Güney Amerika'da oynanan oyunların benzeri geçmişte Türkiye'de oynandı mı? Cevap: Evet.

Bazı kavramları hatırlayalım:
Sahte sağ
Sahte sol
Sahte milliyetçi
Sahte Atatürkçü - Rozet Atatürkçü'sü
...

Bağımsız Türkiye Partisi Başkanı Haydar Baş hakkında:

"İslam ve Hz. Mevlana", "Tasavvuf Tarihi", "Din Sosyolojisi" ve "Din Psikolojisi" konularındaki tezleri neticesinde "Profesörlük" unvanını almıştır.
("Milli Ekonomi Modeli" diye büyük toplantılarda bağırıp çağırıyor. Ekonomi Profesörü ve ekonomi dehası gibi muamele görüyor.)

Aldığı ödüllerden bazıları:

- Dünya Barışına, İnsan Haklarına ve Ekonomiye katkılarından ötürü verilen Saygın Liderlik Ödülü. Amerikan Biyografi Enstitüsü, bu ödülle Prof. Dr. Haydar Baş'ı "Uluslararası Seçkin Liderler Ansiklopedisi"nin 5. baskısında yer almak üzere seçmiştir.
- İnsan Haklarına yapmış olduğu hizmetlerden dolayı verilen Şeref Sertifikası. Bu sertifika Uluslararası Biyografi Merkezi tarafından verilmiştir.
- Amerika merkezli Uluslararası Biyografi Merkezi tarafından verilen daha birçok ödül.

Kaynak: Wikipedia Türkiye
Ayrıca bakınız: Wikipedia Türkiye Haydar Baş tartışma sayfası.

21 Mart 2009 Cumartesi

Taraf Gazetesi'nin Obama Ziyareti Yorumu

http://www.taraf.com.tr/makale/4414.htm

Yine ilginç bir yazı ile karşı karşıyayız.

"...ulus-devlet yapılarını ABD kontrolünde tutmak için iç savaşlar her zaman vardı."
"Türkiye’de bütün iç savaş provaları ve katliamlar, devlet terörü, baskı, buna bağlı içe kapalı ekonomi ve toplum modeli bu dönemin temel karakteristiği olarak varoldu. Gladio ve Ergenekon türü örgütlenmeler bu dönemin gürbüz çocukları olarak serpilip geliştiler. Bu anlamda Nazilerin faşizmi ile Türkiye’de darbelere dayalı faşizmin babası aynıdır."


Burada, gerçeklerin içine sokuşturulmuş tek bir önermeye itirazımız var:
ABD'nin organize ettiği her türlü sivil/askeri girişim ile birlikte nasıl oluyor da "içe kapalı ekonomi modeli" suçlu oluyor?
1929 bunalımını hatırlayalım. Türkiye o dönemde (Atatürk dönemi), kendi halkının üretim gücüne güvenen ekonomisiyle (karma bir ekonomidir), krizden etkilenmemeyi bildi ve büyümeye devam etti. Şimdi bu ekonomik yapı nasıl oluyor da suçlu oluyor?

Yazının ilk kısımlarında tarafsız ve doğru bir biçimde, bilinen gerçeklerden bahsediliyor. Yani Amerika, el attığı devletlerde ya sivilleri örgütleyerek turuncu devrimler düzenliyor (Ukrayna gibi), ya da askeriyenin içine sızarak, örgütlediği subaylarla askeri darbeler yapıyor (1980 darbesi gibi). Yönetimde başına buyruk (ülkenin kendi çıkarları için) hareket eden birileri söz sahibi olursa, her türlü imkan (basın/yayın dahil) seferber edilerek indiriliyor.

Fakat şimdi ilk önemli yorum geliyor:

"Yani şimdi bizi, boğarcasına çökmekte olan ve yaklaşık 200 yıldır devam eden kapitalizmin, ulus-devlet egemenliğine dayalı modeli, Nazilerin babası olduğu kadar, Türkiye’de de darbecilerin, Ergenekoncuların ve diğer katliamcıların da babasıdır."


Amerika'yı yönetenlerin asıl suçlu olduğu kabul edilmiş, buna itirazımız yok. Fakat bu suçun ortakları ulus devlet yapısı içindeki Ergenekon benzeri örgütlermiş. Şimdi, Amerika'nın organize ettiği darbelerde rol alanların suçlu olduğu açıktır. Aynı şekilde arkasında ABD'nin bulunduğu ve dış ülkelerin amaçlarına hizmet eden her kim ise Türkiye'nin aleyhine hareket etmiştir. Buna kimsenin itirazı olamaz. Fakat, buna dayanarak "ulus devlet yapısı çökmüştür" demek de nasıl bir mantıktır? Çökertilmesi gereken şey, dış güçler ile işbirliği yapanlardır. Bunların kimler olduğunu bulmak ise her vatandaşın zorlu bir görevi olsa gerek.

"Çöken kapitalizmin ulus-devlet modelidir."

Peki hadi diyelim, dış güçlerle işbirliği yapanları ayıklamak yerine, mevcut devlet yapısını çökerttik. Yerine ne koyacağız? Devlet çökünce, Sevr antlaşmasının şartları geri gelmiyor mu? Bu mudur kurtuluşumuz? Şu anki devlet, Atatürk anlayışının kurduğu devlettir. Atatürk de, bu bahsedilen dünya düzencilerine kafa tutmuş ve bunlardan bağımsız hareket etmiş bir liderdir. O'nun kurduğu devleti neden yıkıyoruz şimdi? Tam tersine, o devleti küresel krizlerden dahi etkilenmeyen o güçlü günlerine, yani Atatürk'ün bize bıraktığı günlere çevirmek için neden uğraşmıyoruz? Kimdi kurtuluş savaşımızın önderi? O savaş neden yapıldı?

İlginç yorumlar devam ediyor:

"Şimdi Obama Türkiye’ye geliyor. Bu bir ihsan değil; Obama yeni dönemi anlatmaya Türkiye’den başlayacak. Bu, yeni dönemin savaşla ve halkları birbirine kırdıran diktatörlüklerle olmayacağının ilk işareti."

Obama'nın Türkiye'ye gelişi, Amerika'nın tövbe edip pişman olduğunun ve akıllandığının bir işaretiymiş. Bir dönem de İngiltere Kraliçesi gelmişti. O da galiba pişmanlıklarını ifade edip, şöyle dedi bize:
"Artık sizin devleti yıkmak için çalışmaktan vazgeçeceğiz. Yeni dünya düzenimiz çöküyor. Artık size haksızlık etmeyeceğiz; affedin bir densizlik yaptık; artık hep birlikte güzel bir dünyaya yelken açma zamanı geldi".

Sormak lazım: Kendisine ait tüm önemli şirketlerini ve kurumlarını satan, üretemeyen bir ülke, nasıl olacak da yeni dünya düzeninde söz sahibi olacak? Elimizden tüm bu kurumları alanlar ve hatta topraklarımızı satın alanlar, bu işten vazgeçip "size bunları iade etmeye karar verdik, buyrun alın" mı diyecekler?

Cemil Ertem'in de suçlu bulduğu Amerika'yı halen yönetenlere karşı durmak için, içimizde bunlarla işbirliği yapanları, hangi kurumun içinde olursa olsun tespit edip ayıklamalıyız dedik. Peki sade bir vatandaş bunu nasıl yapacak? İşte basit bir formül:
Kim Türkiye'nin elindeki bir şirketi, kaynağı, varlığı, toprağı yabancı şirketlere satmak için uğraşıyorsa suçludur. Kaynaklarımızı kaybedersek, dünya düzeninde sadece her yönüyle sömürülen hizmetkarlar oluruz.

Kendi halkı yerine, dışarıdan akan paralara güvenenler ise kararlarını gözden geçirsinler. Amerikan halkı arasında bir söz dolaşırmış eskiden beri: "Her başkan gelir gider ama Rockefeller yerinde durur". Bu yerinde durmakta olan güçlerin akıtacağı paralara güvenenleri anlıyoruz; seçimlerini yapmışlar. Bizim sözümüz, tüm bu olanlara farkında olmayarak kendini alet eden iyi niyetli kişileredir. Midemizin dolması iyi birşeydir de, yediklerimizi hazmedebilmemiz için vicdanımızın da rahat etmesi gerekir.